Kuşlar, bize gökler kadar uzaklar. Ama hep yanımızda, her yerdeler. Birer fantezi kahramanı gibi tuhaflar. Ancak neredeyse insan sanacağımız kadar bize benziyorlar. Rüyalar kadar güzel, çiçekler kadar renkli; narin sanat eserleri. Hem de kabuslara girecek kadar korkunç, ölüme eş canavarlar. Modern dünyanın algımıza vurduğu zincirler sebebiyle artık kuşların varlıklarını çok fark edemesek de onlar aslında insan kültürünün temel taşlarından. Kuşların insanlar üstündeki etkisi; çağları ve kıtaları aşan köklü bir etki. Kuşlar; doğayla kurduğumuz somut ilişkinin önemli bir ögesi, geçmişteki fiziki varoluş mücadelemizin önemli bir aktörü. Ama aynı zamanda hayallerimizi kamçılayan, zihnimizin bariyerlerini yıkan canlılardan. Bizi biz yapanlardan. Öyleyse insanı anlatmak için kuşlardan da bahsetmeli:
Kuşlar, bizim gibi omurgalı canlılar. Ancak onlarla akrabalığımız epeyce uzak. Çok eski atalarımız, bir kenarlara soyağaçlarını çiziktirmeyi akıl edemediklerinden, doğa bilimciler hâlâ aile geçmişlerimizin detayları üzerine tartışmayı sürdürüyor. Buna rağmen, bazı konularda genel fikir birliği var. Kuşlarla insanların uzak geçmişteki ortak ataları önce dört uzva, ardından da (yumurta/rahim içindeki) doğmamış yavrularını koruyacak ve gelişimini destekleyecek karmaşık zar sistemine bir şekilde kavuşmayı başarmış. Ardından evrimin dikenli yollarında sinapsitler ve sauropsitler olarak iki kola ayrılmış. Sinapsitlerin günümüze ulaşmış torunları -biz insanlar da dahilmemeliler. Sauropsitlerin günümüzdeki temsilcileri ise -kuşlar dahil- “sürüngenler”. Kuşlar çok şakacı canlılardır. Nüfus kütükleri, yere yakın sürüngenler mahallesine kayıtlı olsa da yerden havalanmayı başarıp bizi ağzımız açık bakakaldırırlar.
ZIPIR DİNOZORLAR
Kuşların günümüzde yaşayan en yakın akrabalarının timsahlar olduğu anlaşılıyor. Hatta kuşlar ve timsahların iki kardeşin soyundan geldiğini söyleyebiliriz. Timsahların atası olan kardeş, ebeveynlerinin evinden ayrıldıktan sonra daha sade bir hayat yaşamayı tercih etmiş ve soyu da (Pseudosuchia) günümüzdeki timsahlara ulaşana kadar çok büyük maceralara atılmamış görünüyor. Timsah ailesinin fotoğraf albümünde tüm mevta akrabalar birbirine benziyor. Kuşların atası olan kardeş ise biraz daha maceracı, biraz daha şöhret düşkünü olmalı. Soyu da (Avemetatarsalia) öyle devam etmiş. Kuşlara gelene kadar aileden çıkan çok meşhur tarihi karakterler, çok şanlı atalar olmuş: Dinozorlar ve Pterozorlar. Her aile gibi, bu ailenin de travmaları var. Ailenin çoğu büyük acılar çekerek silinip gitmiş. Pterozorların nesli tamamen tükenmiş. Ancak dinozorların bazıları soylarını sürdürmeyi başarmış. Kuşlar, günümüzde varlıklarını sürdürebilen son dinozorlar.
Tavukların ve serçelerin birer dinozor olduğu gerçeği, bize “ne oldum değil, ne olacağım” dedirtmekte. Kuşlar ise sanırım hâlâ geçmişleriyle, şanlı atalarıyla gurur duyuyor. Eskinin dinozorları -tamamı olmasa da bir kısmı- günümüzdeki kuşlara benzer şekilde tüylü. Kuşlar da gösterişli tüylerini, sanki düşmüş bir asilzadenin aile yadigarı mücevherlerini sergilemesi gibi hâlâ sergiliyor. Ancak dişlerini ve kanatlarının uçlarındaki pençelerini kaybetmişler, yani atalarından kalma silahlarının bazılarını teslim etmişler. Böceklerden sonra kendi güçleriyle uçmayı başarmış ilk canlılar olan kuzen pterozorların aile içinde anlatılan hikâyeleri de genç bir dinozor olan ilk kuşun uçmaya heveslenmesinin ardında yatan sebeplerden biri belki, kim bilir?
KUŞLARIN ARKEOLOJİSİ OLUR MU?
Şu kesin ki kuşlar, biz insanlardan çok önce dünyadaymışlar. İnsanların ataları olan ilk primatlar evrimleşirken kuşlar göklerdeymiş. Bu ufak dinozorlar, uçmak gibi bir avantajı iyi kullanmışlar. Bir evrimsel avantajları da sıcakkanlı olmaları. Bu sayede farklı iklim koşullarına adapte olmayı başarmışlar. Aslında kuşlar, -insanların da içinde olduğu- memeliler dışında tamamen sıcakkanlı olan tek canlı sınıfı. Uçan, tüylü ve sıcakkanlı kuşlar; yakın akrabaları olan sürüngenlere ve nispeten uzak akrabaları olan memelilere fark atmış. Bu sayede çöllerden Güney Kutbu’na kadar çeşitli alanlarda yaşamayı başarabilmişler. Memelilerin ve kuşların sıcakkanlılığı birbirinden bağımsız evrimsel süreçler sonucunda edindiği biliniyor. Yine farklı evrimsel süreçler sonucunda edindiğimiz ortak bir özelliğimiz de zekamız. Elbette zeka, vücut ısısından çok daha öznel bir kavram. Kuşların beyin yapısı, memelilerin -tabii insanların da- beyin yapısından çok farklı. Ancak hem gözlemler hem de bilimsel çalışmalar bazı kuş türlerinin bazı memelilerden daha zeki olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle ötücü kuşların (Passeriformes takımı) kargagiller başta olmak üzere bazıları ve papağanların (Psittaciformes takımı) çoğu gayet zeki hayvanlar olarak kabul ediliyor.
Zekanın göstergesi ve sonucu olarak kuşların nesneler arasındaki farkları kavrayıp nesneleri kategorilere ayırabildiği, basit hesaplamalar yapabildiği, problemlere karşı alet kullanmak da dahil çeşitli çözümler üretebildiği görülüyor. Hatta alet üretiyorlar! Zeki ve alet üreten canlı olma tahtını paylaşmak zorunda kaldığımız canlılar o kadar çok ki. Bunlar bir yana, kuşların zekasına dair belki de en belirgin özellikleri, gelişmiş iletişim becerileri ve sosyallikleri. Bu özellikleri, insanla kurdukları ilişkinin de belirleyicilerinden biri. Belirli kuş türleri hayli sosyal hayvanlar. Genellikle memelilerde görülen, birbirinin tüylerini düzeltme gibi sosyal davranışlar sergiliyorlar. Bazı kuşlarda kuvvetli bir toplumsal hiyerarşi var. Bazıları devasa sürüler halinde yaşıyor. Bazıları çok eşli sürüler, bazıları tek eşli “çekirdek aileler” kuruyor. Bazı çekirdek aileler topluca göç etmek için büyük sürüler oluşturuyor. Kuşların coğrafi şekilleri okuyarak, dünya manyetizmasını kullanarak ve gök cisimlerini gözleyerek kadim göç rotalarını izleyebilmesi insanlara çok şaşırtıcı geliyor. Bu göç rotalarını yeni nesillere “öğretiyor” olmaları ise gerçekten hayranlık uyandırıcı. Kuşlarda kuluçkadaki eşe yiyecek taşımak, sürünün yavrularına hep beraber sahip çıkmak, gençleri eğitmek gibi cinsiyet ve yaşa dayalı sayılabilecek iş bölümleri görülüyor. Bunların yanında V şeklinde uçan aerodinamik sürülerde sırayla dinlemek, yerdeki bir sürüde dışta duran kuşların beyinlerinin yarısını uyanık tutarak çevreyi gözlemlemeleri, soğuk iklimde sırayla sürü ortasına girerek ısınmak gibi daha genel iş bölümleri de var. Belirli kuş türleri içinde gözlenen bu davranışlar yanında birden fazla kuş türü arasında ortak fayda veya sömürüye dayalı çeşitli ilişkiler görülüyor. Göç rotaları üstünde diğer kuş türleriyle ortak güvenli duraklar belirleyen kuşlar da var, kendi türünden olmayan kuşlarla sosyal açıdan yakınlaşan da kendi yumurtasını başka bir türün yuvasına bırakan kuluçka paraziti kuş türleri de. Bu kadar çeşitli ve karmaşık sosyal özelliğin olmazsa olmazı elbette iletişim. Kuşların iletişiminin anahtarı ise ötüşleri.
Konuşmanın ne olduğu, hangi hayvanların vokal iletişimlerinin konuşma sayılabileceği çok uzun bir tartışma konusu. Ancak görünen odur ki, gün geçtikçe bazı kuş türleri -ve yunuslar, filler, arılar gibi başka canlıların- gerçek anlamda konuştuğu yönündeki kanıtlar artıyor. Kuşların ötüşlerinin sadece “çığlık, tehlike demektir” ya da “güzel öten, dişiyi kapar” gibi basit kalıplara indirgenemeyeceği kesin. Doğadaki kuşların çok çeşitli sosyal işlevleri yerine getirmek için çok belirgin bazı ses kalıplarını kullandığı biliniyor. Bu ses kalıplarının (ötüşlerin, şarkıların) da sadece anatomi ya da içgüdü tarafından belirlenmediği; nesiller arasında öğrenme yoluyla aktarıldığı, duruma göre uyarlandığı yani bir cins kültür olduğu anlaşılmış durumda. Hatta papağanların kendileri için özel isim kullandığı gözlemlenmiş. Burada bahsedilen, insanlar tarafından “evcil/tutsak” kuşlara verilen “insan dilindeki” isimler değil. Doğadaki kuşların kendilerine -belki de ebeveynlerin yavrularına- verdikleri ve diğer bireyler tarafından da öğrenilip onlara seslenmek için kullanılan özel birer çağrı. Yani o kafesteki kuşun adı Cici Kuş değil! Sürüsünden koparılıp yalnız başına bir kafese tıkılmadan önce de ismi vardı onun. Bunun dışında “kümes” kuşlarının ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye değişen şive/aksanları olduğu da iddia ediliyor.
Kuşların kültüründe sesler dışında da ögeler var. Danslar, ritüeller, avlanma ve korunma pratikleri, göç rotaları gibi ögelerin, kuşların “somut olmayan kültürel miras”ı olduğunu söyleyebiliriz. Örülerek, dikilerek veya oyularak yapılmış ve bazıları çeşitli şekillerde süslenmiş, bazıları avcılara karşı yanıltıcı eklentilere sahip yuvalar ise zanaat bilgisi gibi somut olmayan bir kültürel mirastan ziyade “taşınmaz kültür varlığı” sayılmaya daha uygun görünüyor. Hangi kültür varlıklarımızın korunmaya değer olduğu, hangilerinin yerini hangi modern inşaatların temellerine bırakabileceği konusundaki tartışmalara bir de hangi canlıların varlıklarının kültür varlığı sayılabileceği tartışmasını ilave etmekte fayda olabilir mi? “İnsanlığın ortak mirası” kavramına arkadaş bir “hayvanlığın ortak mirası” kavramı eklenmeli mi? “Doğal kaynakları” korumakla başlayan ve ardından “doğal güzellikleri” de korumaya niyetlenen, daha sonra bir de “doğal çeşitliliği” korumaya kalkışan çabalara “doğadaki diğer kültürleri korumak” da katılmalı mı? Doğanın pek çok şarkıcı, hatip, dansçı, heykeltıraş ve mimarlarından biri olan kuşların yarattıkları kültürün yeri, bu tartışmanın neresinde? Peki, bunlar arkeolojinin konusu mu?
Az sayıda olsa da giderek artan miktarda bilim insanı, kültür kavramını insan dışındaki canlıların ürettiklerini de içerecek şekilde kullanıyor. Özellikle -hatalı bir terminolojiyle maymun deyip geçtiğimiz- günümüzde yaşayan insan dışı bazı primatların ürettiği taş aletler kazı ve araştırmalara konu oluyor. Üretim yöntemleri, hammadde kaynakları, işlevleri, form gelişimleri, tabakalanmaları ve kronolojileri ile bu taş aletlerin o canlıların doğa ile etkileşimindeki yeri artık arkeoloji disiplininin kapsamına girmiş durumda. Tabii arkeologların neredeyse tamamı için hayvanlar henüz sadece insanın avı/avcısı veya evcil hayvanı olduysa, insanın içinde yaşadığı çevre hakkında bize bir bilgi verebiliyorsa ya da geçmişte insan için simgesel, estetik, kültürel, dini bir anlam taşıdıysa arkeolojinin konusu olabiliyor. Kuşların kültürleri üstüne gözlemler ve akıl yürütmeler nispeten çok yakın bir tarihte başladı. Bu nedenle kuşların kültürünün arkeolojik incelemesi şimdilik çok uzak bir olasılık. Hatta günümüzde arkeologların çoğunun böyle bir ihtimali tatsız bir şaka, bir saçmalık olarak göreceklerine eminim. Ama her arkeolog insanlık geçmişinde kuşların önemli bir yeri olduğunu onaylayacaktır.
Bir gün kuşların arkeolojisi yapılana kadar, insanların arkeolojisi kapsamında kuşları incelemeyi sürdürüyoruz. Arkeolojik çalışmalarda elde edilen canlı kalıntılarının arasında kuşlara ait olanlar da var. Fakat kuşlar, yapıları gereği arkeolojik alanlardaki seslerini biraz daha zor duyuruyor. Hayvanlardan günümüze çoğunlukla kemikleri ve dişleri kalır. Ancak kuşların kemikleri -uçmayı da kolaylaştıran- narin ve gözenekli yapıları sebebiyle ne yazık ki günümüze zor ulaşıyor. Dişlerinin olmaması da bir dezavantaj. Ayrıca kuş kalıntılarının küçük boyutlarıyla gözden kaçması ya da sadece “kuş kemiği” diye sınıflandırılarak detaylı incelenmemesi olasılıkları da var. Arkeolojik alan hakkında doğal fauna, evcilleştirme, beslenme alışkanlıkları, ekonomi gibi konularda bilgi veren koca koca memeli kemikleri varken; az sayıda küçücük kemiği günümüze ulaşmış kuşlar bazı durumlarda geri plana itiliyor. Kuşların kemikleri dışında; yumurta kabukları, tüyler ve yumuşak dokularının günümüze kadar korunması için ise çok uygun koşullar altında kalmış olmaları gerekiyor. Bunlar dışında doğrudan kuşlardan kalmış kanıtlar arasında, çok az sayıdaki ayak izini sayabiliriz. Ayrıca elbette eski insanların ürettiği eserler üstündeki kuş tasvirleri ve tarihin eski dönemlerinden kalma yazılı kaynaklar da bize kuşlar hakkında bilgi sunuyor. Bazı durumlarda kuşların kemikleri, tüyleri ve yumurta kabuklarının; insanlar tarafından çeşitli alet, eşya ve sanat eserine dönüştürüldüğünü de görüyoruz. Kuşların “hammadde” olarak kullanıldığı bu tip eserlerden özel bir örnek, tarih öncesi bir flüt. Bir kızıl akbabanın radius kemiğinden yapılmış flüt, 35 bin yıllık. Avrupa’ya ilk ayak basan “anatomik olarak modern insanlar” tarafından Üst Paleolitik Çağ’da Aurignacian (Orinyasiyen) Kültürü içinde üretilmiş ve çalınmış. Bazıları Neanderthallere ait, daha eski bazı flütlere ait olabilecek parçalar bulunmuşsa da üstüne delikler ve çentikler açılmış bu kuş kemiği, şimdilik hakkında emin konuşabildiğimiz en eski çalgı.
KUŞ DİYE BİR HAYVAN (?)
Kuşların biz insanların kültüründeki yeri çok köklü. Ancak burada vurgulamak lazım ki, “kuşlar” aslında binlerce hayvan türünden oluşan bir grup. Günümüzdeki yaklaşık 10 bin türü içeren bir canlı sınıfı. Memeli sınıfına giren türlerin neredeyse iki katı kadar kuş türü var. Bu da kuşların insana etkilerinden bahsederken aslında çok sayıda türün toplu etkisini ele alıp korkunç büyük bir genelleme yaptığımızı gösteriyor. Memelilerden bahsederken, normalde “memelilerin insana etkisi” gibi bir genelleme yapmayıp her memeli türünü tek başına ele almaktayız.
Bize kuşlardan biraz daha yakın olan memelileri sınıflarken daha hassas davranıyoruz. Hayvanları köpek, kedi, kuş, inek, balık… şeklinde saymak bize çok tuhaf gelmiyor. Hepsi memeli olan köpek, kedi ve ineği ayrı ayrı birer hayvan olarak kategorize ederken; bize daha az benzeyen, bizden daha uzak biçimlerde yaşayan kuşlar ve balıklar gibi canlıları -on binlerce türden oluşmalarına rağmen- toplu birer kategori olarak ele alıyor zihnimiz. Resimli bir kitaptan okuma yazma öğrenen çocuklarda görülebilecek bu davranışı, yetişkin hayatımızda da sürdürüyoruz.
Eski eserlerin üstündeki tasvirlere baktığımızda atalarımızın da örneğin aslanla kaplanın veya geyikle keçinin farklı özelliklerini betimlemeye gösterdikleri özeni kuşlardan biraz sakındıklarını görüyoruz. Aslında başta tarihöncesi atalarımız olmak üzere, doğayla daha yakın temas halinde yaşayan eski insanların kuşlar arasındaki farkları, günümüzdeki sıradan insandan daha iyi gözlemlediğini ve istediklerinde gayet detaylı betimlediklerini söyleyebiliriz. Eski insanların zaman zaman bazı kuş türlerini çok başarılı ve belirgin bir şekilde tasvir ettiklerini biliyoruz. Buna rağmen onların da sıklıkla tamamen genel bir kuş imgesiyle yetindikleri ya da “yırtıcı kuş”, “su kuşu”, “bir cins ötücü kuş” gibi nispeten genel bir kuşu resmettikleri olmuştur. Tabii bu eserleri inceleyen arkeologların çoğunlukla betimlemedeki ince ayrıntıları anlayabilecek kadar kuşları tanımadıklarından genelleme yapma eğiliminde oldukları da göz ardı edilmemelidir. Ama sonuçta tarih öncesi dönemlerden itibaren sanatçılar asla genel bir “memeli tasviri” yapmamıştır. İnsanlar hep ayı, aslan, at, sığır gibi farklı memelileri -sıklıkla yaş ve cinsiyetlerini bile vurgulayacak şekilde- ayrı ayrı betimlediler. Kuş türleri ise bazen sadece “kuş”tur. Belki de kuşların kanat gibi bizden belirgin şekilde farklı ve kendilerine çok özgün fiziksel özellikleri, onları kendi içinde bütünlüklü tek bir kategori olarak algılamamıza yol açıyor.
İNSANIN KUŞLARI
İnsanların kuşlarla kurduğu ilişkinin çeşitleri neredeyse bir kuşun tüyleri kadar çok sayıda. Hayvanlarla ilişkimizi tanımlamak için kullandığımız klasik kalıba başvurursak: Kuşların etinden, yumurtasından, tüyünden, süsünden, sesinden ve bize kurdurduğu düşlerden faydalanmışız. Kuşlar bizim için yiyecek, haberleşme aracı, takvim göstergesi, alamet, bekçi, av arkadaşı, mitolojik varlık, ilham perisi, bezeme ögesi, icat kıvılcımı, romantizm sembolü, aile ve yuva timsali, huzur kaynağı, devlet arması, ev hayvanı, canlı süs eşyası, ticari marka olmuş. Sırf tüylerinden bile; kalem, ok tüyü, yastık, elbise, toz alma püskülü, badminton topu, erk sembolü tuğ gibi çeşit çeşit işlevli eşya üretmişiz. Balkılavuzu kuşlarının, kovan ve larvaları yiyebilmek için insanları milyonlarca yıldır (!) arı kovanlarına yönlendirdiği iddia ediliyor. Bu doğruysa, insanın işbirliği kurduğu ilk canlı bir kuş olabilir. Kuşlarla “türler arası” işbirliğimizin bir yansıması da karabatakların balık avı için ve şahin/kartalların küçük memelilerin avı için bizimle birlikte çalışması.
İşbirliği, insanın doğayla kurduğu ilişkilerin çoğunu tanımlamakta kullanılabilecek bir kelime değil. Doğayla kurduğumuz en saf ve en ilksel ilişkilerden biri, doğanın bazı parçalarını yemek. Kuşlarla kurduğumuz ilişkinin de önemli bir kısmı, onları yemekten ibaret. Eski atalarımız, kuş avlamaya hevesli olmalı. Fakat kuşların çoğunun da uçabilmek gibi mucizevi bir yeteneği var. Kolay av olmayan uçabilen kuşları avlamak için kaba güçten ziyade; gözlem, sabır, planlama, kurnazlık ve alet kullanımı gibi “meziyetler” gerekiyor. Tam da biz insan soyundan beklenecek meziyetler, değil mi? Buna rağmen kuşların çoğu uçarak kendini kurtarmış olmalı. Tabii ki uçup kaçabilen kuşlarla beslenmenin de yolu var. Atalarımızın büyük av hayvanların danönce kuş, kertenkele gibi daha küçük avların peşine düştükleri, ama ondan daha öncesinden itibaren toplayıcılık ve leşçillik yaptıkları düşünülmekte. Peşinden koşulması, kovalanması gerekmeyen besinler; bir açıdan en kârlı besinler. Kuşların leşleri ve özellikle yavruları ile yumurtaları da uçup kaçamayan birer besin kaynağı. Uçan, uçamayan tüm kuşların ortak bir özelliği, vücutlarının dışına bıraktıkları bir yumurtayla çoğalmaları. Yumurtadan çıkan yavruları ise uçmaya -ya da koşmaya- başlamadan önce bir süre bakıma muhtaç. Çoğu kuş, erişilmesi zor yerlere yuva yapmak, yuvalarını gizlemek, kamuflaj sağlayan tüyler gibi stratejiler kullanarak gelecek nesillerini garanti altına almaya çalışır. Pek çok kuş da yumurta ve yavrularını korumak için canı pahasına, kahramanca mücadele eder. Yuvasının yakınlarına gelen bir yırtıcının önüne ölü gibi yatıp kendini yavruları için feda eden kuş türleri bile vardır. Ama açlıktan ölmemeye çalışan eski atalarımız için ne birkaç pençe ve gaga darbesi, ne de kuşların trajedisi bir önceliktir. Onların önceliği, yeni bir canlıya hayat sunacak kadar çok besinle dolu yumurtalar ve ebeveynlerini çağırmak için cikleyen birer lokmalık yavrular olmalı. Uzak atalarımızın başlarda ağaçlara tırmanmak konusundaki ustalıklarını terk etmediklerini de hesaba katarsak kuşlara çok uzun süredir bela olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuş eti bir yana, asıl yumurta bizim için mucizevi bir yiyecek. Doğada hazır halde öylesi yoğun ve çeşitli besin barındıran pek başka kaynak yok. Yumurta, türümüzün hayatta kalmasında ve beynimizin evriminde, yani bildiğimiz insana dönüşmemizde çok büyük bir rol oynamış olmalı. Ağaçlardan inip savanlarda koşmaya başladığımızda, kuşlardan beslenme için başka türlü de faydalanmışız. Leşçil kuşlar, bize çok uzaktan leşlerin -yani hazır bol proteinin- yerini göstermiş. Leşe olan ihtiyaç ve dolayısıyla ilgimiz, bir süre sonra bitmiş. Ancak yumurtayla ve kuş etiyle olan ilişkimiz günümüze kadar kesintisiz devam etmiş. Yumurtayı ve kuşları avlamanın, pişirmenin bin bir türlü halini bulmakla kalmamışız, bir de onları üretmenin yollarını aramışız. Kuşlarla olan ilişkimizin farklı bir boyutu da bu. Onları yumurtası ve eti için beslememiz. Ya da başka bir deyişle onları beslediğimiz için bize besin vermeleri. Tavuk başta olmak üzere bazı kuşların “evcilleşmesi” ilginç bir süreç. Hayvanların evcilleştirilmesi/evcilleşmesi aslında iki farklı canlının birbirini -ya da en azından birinin diğerini- gözlemlemesini, kısmen anlamasını gerektiriyor. Süreç sırasında canlılar diğerinin bazı istek ve özelliklerine razı gelmeyi, elde edeceği kâr için diğerine bir miktar tahammül etmeyi öğreniyor -ya da buna zorlanıyor-. Sonunda iki canlı için de bazı kayıplar ve bazı kazançlarla sonuçlanacak yeni bir ilişki biçimi kuruluyor. Hayvanların evcilleştirilmesinden insanın giderek daha fazla asimetrik fayda sağlıyor oluşu ve evcil hayvanların işkenceye varan yaşam koşulları gayet güncel ve tartışılması gereken etik sorunlar. Ama tavukların ya da güvercin, hindi ve ördeklerin evcilleşmesinde hayran olunası bir yan da var.
Evcilleştirdiğimiz hayvanların önemli bir kısmı memelilerden oluşuyor. Kuşlar ise evcilleşen diğer büyük bir grup. Memelilerin ve kuşların dışında evcilleşme diyebileceğimiz süreçleri geçirmiş olan canlılar ise çeşitli bitkiler, mantarlar ve ipekböcekleri, arılar, süs balıkları gibi bazı istisnai hayvanlar. Memeliler ve kuşlar dışında kalan bu canlıların evcilleşirken insan karşısında oldukça edilgen bir rolde olduğu görülüyor. Memeliler ve kuşların evcilleşmesinde ise hem insanın hem de karşısındaki hayvanın birbirini gözlemlediği, denediği, anlamaya çalıştığı, zamanla güvenmeyi ve hatta iletişim kurmayı öğrendiği, sonunda bir anlaşmaya vardığı bir süreç var desek yeridir. Memeli hayvanlar bize nispeten yakın fizyolojilere sahip. Davranışları da o ölçüde bize yakın. Fizyolojik ihtiyaçlarımız, doğum yapmamız, yavrularımızı emzirmemiz, hastalıklara gösterdiğimiz belirtiler, kızdığımızda ya da üzüldüğümüzde verdiğimiz tepkiler oldukça benzer. İnsanın diğer memelilerle geçirdiği evcilleştirme süreci bu açıdan daha makul görünmekte.
Ancak kuşların evcilleşmesi diğer canlıların evcilleşmesinden oldukça farklı. Buğdayın evcilleşmesi (kültüre alınması) gibi sadece insan baskısıyla gerçekleşmiş edilgen bir süreç söz konusu değil. Kuşlar bizi görmüş, uzun bir süre gözlemlemiş, zamanla yaklaşmış olmalı. Bu sırada biz de onları gözlemleyip yavaş adımlarla yaklaşmışız. Birbirimize niyetimizi göstermeye, karşı tarafın niyetini çözmeye, ikna etme, kandırmaya, güvenmeye, çıkarlarımızı tartmaya çalışmışız. Neredeyse uzaylılarla ilk teması anlatan bir bilimkurgu romanı gibi. Unutmayın, kuşlar evrimsel olarak bize uzak canlılar. Buna rağmen birbirimizin duygularını, isteklerini, ihtiyaçlarını anlamışız. Kuşların zeki, meraklı ve iletişim yeteneği yüksek sosyal canlılar olmalarının da bunda payı yok mu? Sonunda bazı dinozorlar insanlarla birlikte yaşamaya başlamış. İki mükemmel canlı arasında yaşanan mucizevi bir an. Ve ardından kafesler, makine dişlileri. Güneşi görmeden geçen ömürler. Hep daha fazlasını üretmek için çektirilen acılar. Uygar dünyamızın yeterince uzağında atılan çığlıklar. Kan denizinin kıyısına vuran gereksizce fazla ürünü pazarlamak için devreye giren reklamcılar. Sahi neden tüm Hollywood filmlerinde kahvaltıda anneler yumurta pişirir ve bir yudum alınan portakal suyu bardakları kenara bırakılırdı, tüm aşklar pırlanta yüzükle ifade edilir ve tüm kovboylar sigara içerdi? Peki sizce ‘Jurassic Park’ filmindeki en korkunç hayvan hangisiydi?
ZİHNİMİZDEKİ KUŞLAR
Kuşlar, karnımızı doyurmuş. Yumurta, beynimizin evrimini desteklemiş. Ama tok bir gövde üstündeki boş bir beyin nedir ki? Zihnimiz olmasa insan olur muyduk? Kuşlar, zihnimizi de beslemiş. Sırf kanatlar bile bizim hayallere kapılmamız için yeterli. Uçmak, en büyük hayal değil mi? Ama kuşların bizim için anlamı sadece uçmakla kısıtlı değil. Kanat, uçmak, ürkmek, saldırmak, hız, hafiflik, gaga, pençe, tüy, et, yumurta, ölüm, besin, sert, yumuşak, zeka, aptallık, sadakat, bilgelik, uzak, yakın, yolculuk, ev, aile, savaş, av, huzur, sabah, bahar, gece… Kuşlar, beynimizde ve kültürümüzde pek çok sembol ve kavramla ilişkili.
Beynimiz kuşları çok önemsiyor. Ama buna rağmen, kuşların varlıklarının pek de farkında değiliz. Çevremizde olmalarını o kadar kanıksamışız ki. Aslında her tarafımızda kuşlar var. Bu yazıyı okurken bir durun ve dinleyin. Duydunuz mu? Trafik, müzik, video, makineler, otomobillerin -yani eşyalarımızın- çıkardığı seslerin ve kalın duvarlarımızın, pencerelerimizin arasından, ardından onların sesini duyacaksınız. Etrafınızı sarmış durumdalar. Çatınızda, balkonunuzda, sokaklarda, kaldırımlarda, parklarda… Modern hayatımızdaki kuşlar, sadece markette viyol içindeki yumurtalardan ve plastiğe sarılı butlardan ibaret değil. En kocaman şehirlerde bile göz göze gelebilirsiniz onlarla. İnsandan sonra en çok gördüğümüz ve duyduğumuz hayvan onlar. Sanki doğanın bizi dürtmek için şehirlerin içine uzattığı birer parmak gibiler. Ah şu zıpır dinozorlar! Arabalara pislemekte, hâlâ şafak sökerken ötmekteler. Biraz da uygarlığımızla dalga geçmekteler.
Arkeologlar, şeyleri kategorilere bölmeyi ve geçmişi dönemlere ayırmayı sever. Ne olduğumuzu, bugüne nasıl geldiğimizi anlamak için faydalıdır. Anladığımız şeyi çok kabaca özetlersek: Paleolitik Çağ’da avcı ve toplayıcılık yapan canlılardık. Bizi insan yapan biyolojik ve kişilik özelliklerimizin çoğunu o dönemde edindik, insan olduk. Neolitik Çağ’da tarım ve hayvancılığa başladık, ilk köyleri kurup yerleşik hayata geçtik, “doğaya hükmettik!”. Kalkolitik Çağ’da toplumlarımız daha tabakalı ve karmaşık hale geldi, köylere de sığamadık, şehirler kurduk, “uygarlaştık!”. Sonra oradan devam ettik, bugüne geldik. Uygarlığın ortaya çıkmasındaki temel aşamalardan olan kentleşmenin olmazsa olmaz gerekliliklerinden biri, doğanın insan mekânlarından kesin bir çizgi ile ayrılması. İnsanın kontrolünde olmayan bir doğal ögenin şehirde yeri yok. Yabani dışarıda kalmalı. Uygar ve evcil olan içerde. Artık evinizin önünde aslan, kaplan gezmiyor. Ama bazı yabani hayvanları uzaklaştıramamışız. Şehrimizde hâlâ gezebilenler; böcekler ve eklembacaklılar, birkaç tür kemirici ve çok sayıda dinozor. Hem de bu dinozorlar ne böcekler gibi bizden başka bir boyutta yaşıyor, ne kemiriciler gibi gizli gizli sıvışıyor. Aleni, bağıra çağıra uygar böğrümüzü dürtüyorlar. Onlar dibimize kadar sokulan doğa.
Kuşlarla temasımız asla kesilmemiş. O kadar yoğun bir temasın çok çeşitli etkilere yol açmaması mümkün değil. Kendinizi eski atalarımızın yerine koyun. Gökte uçan kuşlara hayret etmez miydiniz? Günün her vaktine özel, her yerden gelen farklı farklı sesleri dinleyip anlamaya çalışmaz mıydınız? Yumurtada bir mucize görmez miydiniz? Güzelim tüylere hayran kalmaz mıydınız? Peki bir cesedin karnını yarıp kafasını daldırmış bir akbaba görseniz?..
Kuşların uçuşu bizi çok etkilemiş. Yiyecek peşinde, tehlikelere açık bir şekilde günlerce yürüyen ilk insanlar uçmak istemez miydi? İki ayak üstüne kalkarak daha geniş bir görüş alanına kavuşmanın bizim için çok hayati bir kazanç olduğu düşünülüyor. Peki, dünyayı “kuşbakışı” görmek istemez miydik? Bir anda uzaklara gitmek, tehlikelerden pır diye kaçmak… Zıplayıp deneyelim bakalım uçmayı. Başarabildik mi? Şu kuşlarda doğaüstü/ilahi bir şeyler olmalı. Asya şamanlarının başlarına, elbiselerine kuş tüyleri takılıdır. Amerikan yerlilerinin totem direklerinde en üstte sıklıkla bir kuş tasviri vardır. Mezopotamya tanrı ve tanrıçalarının kanatları ya da kuşları vardır. Sfenks’ten Grifon’a, Pegasus/Burak’tan Semitik dinlerin meleklerine, oradan Simurg, Tengu, Garadu, Thoth, Bar Juchne, Siren, Gamayun, Hüma’ya; yüzlerce, belki binlerce mitolojik varlık ya doğrudan bir kuştur ya da kanat gibi kuşlara ait özellikler taşır. Zeus, Dünya’nın ortasını belirlemek için iki uçtan birer kartal salmıştır. Odin’in de Dünya üstünde uçup ona haber getiren Huginn (düşünce) ve Muninn (hafıza) isminde iki kuzgunu vardır. Kuşların uçuşları ve kanatları hep bu dünyadan üstün görülmüştür. İnsan önce kuşları doğaüstü varlıklar olarak görmüş, ardından da doğaüstü varlıkları kuşa benzer tasavvur etmiştir.
Taş gibi hareketsiz bir yumurtadan bir canlının doğması geçmişteki insanları çok etkilemiş olmalı. Avrupa, Asya, Afrika, Okyanusya ve Amerika’nın eski toplumlarında evrenin, dünyanın ya da insanların bir cins yumurtadan çıktığını anlatan çok sayıda söylence var. Eski uygarlıklarda yumurta doğum ve yeniden doğum için bir sembol olarak kullanılmış. Günümüzde, Nowruz/Newroz/Nevruz, Kakava, Paskalya, Hıdırellez gibi pek çok bayramda yumurta arama, yumurta boyama ve yumurta tokuşturma gibi uygulamalar sürüyor. Bu bayramların bir ortak yanı doğanın uyanışı ya da kurtarıcının gelişi ile ilgili olmaları. Yeniden doğuşun ve kurtuluşun kutlandığı bu bayramlar, elbette doğanın uyandığı, yeniden doğduğu bahar günlerine denk geliyor. Hem de tam kuşların yumurtlama zamanının göbeğine… Baharda yumurtayla bayram yapmak, ağaçlarda yumurta arayan çok eski atalarımızdan beri gelen bir gelenek gibi.
Kuşların kültürümüzdeki yeri sırf hoş duygularla bağlantılı değil. Kuşlar ötelere ulaşabilen canlılar. Ötelere gitmek de hep iyi olacak değil ya. Leşçil kuşlardan, besine ulaşmak için faydalanmış olduğumuzu söylemiştik. Ancak bu kuşlar, bizim beslenmemizi sağlamanın yanı sıra bizden beslenmiş de. Avcı ve leşçil kuşlar; bize saldırmış, bizi öldürmüş, yavrularımızı çalmış, leşimizi yemiş. 5-7 yaşlarındaki bir Neanderthal çocuğuna ait Polonya’da bulunmuş 115 bin yıllık parmak kemikleri, bir kuşun sindirim sisteminden geçtiğini gösteren gözeneklerle kaplı. Kuşlar hayatın sembolü olduğu kadar ölümün de sembolü olmuş. Azrail tasvirleri, biraz da akbabaya benzemiyor mu? Leşçil kuşların meşhur ismi akbaba, bizim için çok korkunç bir görüntü. Modern hayatımızda çok gördüğümüz bir sahne değil. Ama bir fırsat yaratabilirseniz, en azından bir doğa tarihi müzesinde tahnit edilmiş bir akbabaya ağır ağır yaklaşırken zihninizi modern elbiselerden, arabalardan, cebinizdeki cüzdanla telefondan, betondan sıyırıp tarihöncesi insanla empati kurmaya çalışın. Kalp atışınız hızlanacak. Üstüne ceset kokusu sinmiş, ölmüş yakınlarınızı parça parça yiyip göğe çıkaran bu kuş, geçmişten günümüze ölümle ilgili ritüel ve anlatılarda yerini bulmuş. Göbeklitepe’nin meşhur dikilitaşlarının birinde yuvarlak bir nesneyi taşıyan akbabanın aşağısında başsız bir insan var. Çatalhöyük’te benzer şekilde başsız insanlarla akbabalar bir duvar resminde birlikte tasvir edilmiş. Tibet’te günümüzde bile -biraz da turistik şova dönereksüren bir gelenek, ölülerin özel bir alanda akbabalara yedirilmesinden ibaret olan “göksel cenaze” uygulaması. Zerdüştlerin “sessizlik kuleleri” de benzer bir işlevi yerine getiriyor. Ölmüş yakınlarınızı toprağın altına koymadan, kokmalarına izin vermeden, göklerden inen bir varlığın yardımıyla, göklere göndermenin -ve istiyorsanız temiz kemiklerini yadigar almanın- bir yolunu akbabalar sunuyor. Göbeklitepe’nin dikilitaşlarından başlayıp ‘Red Kit’te (Lucky Luke) çölde mahsur kalanların tepesinde dönen akbabalara kadar kuşlar ölümle de ilişkili.
İnsanlar zamanı ölçmek, gaipten haber almak ve ruhani işler görmek için de kuşları kullanmış. Ayrıca kuşlar sanatsal, yaratıcı yanımıza da oldukça hizmet etmiş. Uçmak gibi tuhaf bir iş yapmaları, göç ederek mevsimlere göre ortadan kaybolup geri dönmeleri, yumurtadan can çıkarmaları, renkli tüyleri, değişik dansları ve çeşitli ötüşleriyle kuşlar duyularımızı ve “ruhumuzu” uyarmış. MS 10. yüzyılda yazılmış ‘Suda’ adlı eserde, kehanette bulunma yöntemlerinden bahsedilirken; kuşların hareketlerinin yorumlanışından, Frigyalıların kehanet konusundaki keşiflerinden ve antik dünyanın en meşhur kâhinlerinden Aigailı Polles’in -içlerinden 8 tanesi kuşlarla ilgili olan- kehanet kitaplarından da bahsedilir. Kuşlardan faydalanıp kehanette bulunma, Hititlerin de uyguladığı bir yöntemdir. Başka bir örnek olan Güney Hindistan’ın tarihi ‘Pancha Pakshi Shastra’ (Beş Kuş Bilimi) kehanet sistemi sembol beş kuş üstüne kurulmuştur. Günümüzün “leyleği havada görmek” inancının kökeni acaba ne kadar eskiye, nerelere uzanıyor?
Kuşların doğrudan kendileri olarak rol aldıkları ya da insansı davranışlar sergileyerek bir mesaj ilettikleri çok sayıda söylence, halk hikâyesi ve yazılı edebi eser bulunuyor. Aisopos (Ezop) fabllarından Aristophanes’in ‘Kuşlar’ komedisine, divan şiirindeki Anka ve Simurg’a, Sait Faik’in ‘Son Kuşlar’ına, William Shakespeare’in oyunlarına kadar kuşlar işlevsel bir edebi araçtır. Özellikle ilkel halkların mitolojilerinde ve halk hikâyelerinde kuşların yeri çok merkezidir. Zira doğayla daha yakın yaşayan ve doğayı daha fazla gözlemleyen halklar, kuşlardan daha fazla etkilenmiştir.
İnsanlar bazı kuşlara biraz daha fazla anlam yüklemiştir. Baykuş türleri, kartal türleri ve -kuzgun, karga, saksağan gibi- kargagiller mitolojide sık rastlanan kuşlar olarak göze çarpar. Bu kuşlar hayati bilgilerin öğretmeni, ölüm getirici, iyi şans müjdeleyici, doğum kolaylaştırıcı, hırsız, bilge gibi birbirine zıt pek çok rolü üstlenmiştir. Yeni Zelanda’nın simge kuşu olan, uçamayan kiwi’nin kanatlarını nasıl kaybettiği ile ilgili bir Maori öyküsü vardır. Küçücük kuşun fedakârlığı ne hüzünlüdür ve ne güzel bir ahlak dersidir. Yakın tarihte Anadolu’da ise mesela turnalar pek meşguldür. Kutsaldırlar, ibadette yerleri vardır. Yeryüzüne yakın işleri de vardır. Yâre selam iletirler, yolda yorulurlar, dert dinlerler, halk dansında da vardırlar.
DEVLETLER KURUP DEVLETLER YIKARKEN, ‘KÂR’ PEŞİNDEKİ (!) KUŞLAR
Kuşların uygarlığımızla biraz alay ettiğini söyledik. Uygarlığın kuşların canına, kanına, ruhuna ettiklerine de biraz değindik. Ama politik ve ticari niyetlerimiz, kuşların imgesini de kullanmış. Herodotos’a göre büyük bir cins kuş bilinmeyen bir yerden tarçın kabuklarını toplayıp sarp kayalıklardaki yuvasına taşır, Araplar da nice çabalarla bu tarçını oradan alıp diğer yerlere satarmış. Bu hikâye, hem baharat ticareti rotalarının sırrını koruyan bir bahane hem de tarihin ilk markalaşma çabalarından biri olmalı. Günümüzde de kuşlarla ilgili markalar bol. Bir yuvadaki yavrularını besleyen kuş, bir yiyecek markasının güven verici logosu olmuş. Antik Yunan zafer tanrıçasının kuş kanadı ise bir spor ürünleri markasının logosu olarak kullanılmakta. Doğrudan metalaşan kuş tasvirleri de var. Kimisi çok masum görünüşlü: Walt Disney’in Donald Duck’ı, Warner Bros’un Daffy Duck ve Road Runner’ı gibi. Kartal, hele hele çift başlı kartal; tarih boyunca sayısız devletin ve ordunun simgesi oldu. Kartal dışında horoz, cennetkuşu, kiwi gibi nice kuş; resmi ve gayriresmi bayraklarda, armalarda yerini almakta veya bir maskot olarak kullanılmakta. Pullar, banknotlar, madeni paralarda kuşlar var. Barış güvercinini de unutmamak lazım…
ÖZGÜRLÜĞÜ TUTSAK ALMAK
Kuşlarla kurduğumuz ilişkinin en ucube yüzü, “kafes kuşları” olmalı. Milyonlarca yıldır uçarak özgürlük saçan hayvanları tutsak edip onlara “süs hayvanı” mı, “evcil hayvan” mı, “eşlikçi hayvan” mı, yoksa “oğlum/kızım” mı dememizin daha etik olacağı konusunda tartışmalar yapmak tam biz insanlara yakışacak bir hareket olsa gerek. Endüstriyel hayvancılığın sembolü haline gelmiş tavuklarla ve soylarını tükettiğimiz nice kuş türüyle duygusal bağ kurduğumuzu iddia etmiyoruz en azından. Ama doğanın en yüksek sosyal, bilişsel ve duygusal yetilerine sahip hayvanlarından olan papağanları (muhabbet kuşları da papağandır) ve ötücü kuşları tüm ihtiyaçlarından ve sosyal/doğal çevrelerinden koparmayı sevgi sayıyoruz. Evin süsü, çocukların oyuncağı muamelesi yaptığımız bu canlılar aslında doğal yaşam ve beslenme tarzlarından tamamen kopmuş, yaşayamayacakları bir iklimdeki kapalı bir odaya hapsedilmiş, ihtiyaç duydukları tüm duygusal uyaranlardan mahrum bırakılmış durumda. Evlerimizdeyken, doğal yaşamlarının neredeyse dörtte biri dolmadan ölüyorlar. Sorun değil, nasıl olsa çok ucuzlar. Köle ticaretinde insan satmak yasaklandı sadece. Güneş görmeyen bir depoda sıkış tepiş koşullarda “üretilen” veya ormanlardan sökülüp yolda neredeyse hepsi öldürülerek getirilen kuşlardan bir tane daha satın alıverin. Kafes boş kalmasın. Hem konuşmayı da hemen öğreniverir bakarsınız. Sizi sevdiği için konuşacaktır, emin olun. Yoksa ihtiyacı olan sürüsünden/ailesinden ayrı kalıp yalnızlıktan çıldırdığından, acı çeken beynini yatıştırmaya çalışırken kendini rehin alan insanın dilinde konuşmaya uğraştığından değil…
Her şey hızla değişiyor. Bir dinozoru tavuğa çeviren doğa, biz insanlara neler yapacak bakalım!
*Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)